Sizin Hiç Maviniz Var mı?

19 Kasım 2015 Perşembe

| | | 0 yorum


 
 
 
 
              Sevgili Özge,

             Sizin Hiç Maviniz Var mı'yı  okurken hissettiğim samimiyete istinaden ilk kez kitapla ilgili düşüncelerimi yazmak yerine bir kitabın yazarına mektup yazıyorum. Hani demişsin ya , bu kitabı en çok kadınlar okusun istiyorum diye, kitabını okurken kadın olduğum için, anne olduğum için binlerce kez şükrettim ,yaşadıklarını bir kadın, bir anne gözüyle okuyup seni yürekten anlama, acını sıkıntını paylaşma şansım olduğu için... Ve yine senin de tam olarak istediğin gibi sağlıklı çocuklara sahip bir anne olduğum için her satırında şükrettim yaradana.

            Seni , ben de herkes kadar haber bültenlerinden tanıyordum. Ama çok fazla televizyon izleyen biri olmadığım için yaşadıklarından, Dağhan'dan haberdar değildim. Yazdıklarını,yazgını okudukça gücüne, samimiyetine, açık yürekliliğine, kendinle barışık olmana, başına gelenleri kabullenişine, Dağhan'ın annesi oluşuna, sanırım en çok da buna , hayran oldum. Her sayfada daha çok büyüdün , kocaman güçlü bir kadın oldun gözümde.    

            Aslında en zor şey insanın kendini anlatması. Çünkü kendimize karşı dürüst olmak hem önemli hem de bazen zor. Nasıl açık yüreklilikle, nasıl cesurca kaleme almışsın kendini. Hani umrunda olur mu bilmem ama cidden ayakta alkışlıyorum seni.

             Kendimizi hep güzel, mutlu, mükemmel göstermeye çalıştığımız bir dünyada yaşıyoruz. Facebook arkadaşlarımız, instagram takipçilerimiz bizi prenses peri sanıyor. Hep parlak ışıklar saçan gülümsemelerimizle, mükemmel makyajımızla, dört dörtlük hallerimizle karşısındayız onların.
    
          Sen , güçlü kadın... En yumuşak karnını açmışsın bu kitapta herkese. Üstelik bunu "Benimle benzer şeyler yaşayanlara bir umut olur belki ." diyerek yapman muhteşem. Sana yürekten ,kocaman sarılıyor ve tebrik ediyorum.

        Ben de anneyim. Dağhan gibi 2007 doğumlu ikizlerimin annesiyim. Bazen düşünüyorum da galiba en çok onların annesiyim şu dünyada. Senin hikayeni okurken eskilere döndüm. Hamile olduğumu öğrendiğim anı anımsadım. O anki tarifsiz mutluluğumu. Sonra çoğul gebelik olduğunu öğrendiğimdeki şaşkınlığım geldi aklıma. Yok canım demiştim kan testi sonucu 425 çıkınca. Mahallemizdeki polikliniğin laborantı bu kadar erken bir haftada bu değer çoğul gebeliğe işaret demişti de ciddiye almamıştım. Sonra yapılan muayene ve evet burada ikinci bir kesecik daha var cümlesi. O anki şaşkınlığım , mutluluğum, bi yandan endişeler. Sanırım ancak yaşayanların anlayabileceği duygular. Hemen arkasından çoğul gebeliğin riskleri, önümüzdeki dokuz ay boyunca başıma gelebilme ihtimali olan aksilikler sıralandı. Ürktüm ama içimden bir şey sen bunu başarırsın diyordu. Çok kilo alacaksın belli bir aydan sonra, zor yürüyeceksin, oturup kalkamayacaksın dediler. İnandım, korktum.Oysa karnımdaki iki bebeğe rağmen sadece yirmi kilo aldım ve doğuma gitmeden önceki gün toz alıp neredeyse cam silmeye kalkışan da bendim.

         Çok şükür hiç sorun yaşamadan şahane bir hamilelik süreci geçirdim. 2007 Nisan'ında tam da güzel bir ilkbahar günü aldım kuzularımı kucağıma.2450, 2550 gr doğdular. Miniktiler, güçsüzdüler. Çok şükür küveze falan girmeden hemen kucağıma verdiler ikisini de. Her şey yolundaydı. Benim mayalı poğaça gibi şişmiş ayaklarımı ve neredeyse hiç tutmayan ellerimi saymazsak. İkisi de  sorunsuz emmeye başladı. Neden bilmiyorum ,o anki ruh halimle hiç sorgulama gereği duymadım, hemen mama takviyesine de başladılar. Ben emzirdikten sonra hemen biberonla mama da veriyorlardı. Oğlumu yeni doğan bakım odasına götürüp geri getirdiklerinde burnuna hortumlar soktuklarını gördüğümde nasıl da dünyam başıma yıkılmıştı. Nedenini sorduğumuzda , yemesi gereken mamayı uzun sürede yediğini oysa mamanın belli bir sürede bitmesinin gerektiğini söylediler. Muhtemelen hastanenin bize ekstra masraf yazmak için yaptığı basit ve gereksiz bir müdahale!! Senin hikayeni okurken düşündüm. Dağhan doğduğunda yüzleştiğin sorunların yanında benimki devede kulakmış. Hani sen demiştin ya "şükredin diye yazıyorum bu kitabı" diye. Ben de şükrettim şimdiki aklımla, dokuz yıl öncesindeki o minicik sıkıntıya.

          Üç gün sonra iki minik bebekle evimize döndüğümüzde bizi zor ,zahmetli günler beklemişti diye düşünüyordum seni okuyana kadar. Oysa , tamam iki bebeğe aynı anda yetmeye çalışmak da zordu ama senin yaşadıkların yada benzerlerini yaşayan annelerin sıkıntısı yanında benimkiler neydi ki!!! Dokuz yıldır sağlıklı iki yavrum olduğu için defalarca kez şükretmişimdir. Ama seni ve Dağhan'ı okurken, yaşadıklarını görünce şükürlerimin basamak sayısı arttı arttı arttı. Bu farkındalığımı pekiştirdiğin için yine sana teşekkürler…

         Beni ikizlerimle gören herkes, ağız birliği etmişçesine " Ayyyy ne zor olmuştur büyütmek." dedi hep. Ben de çok zor bir şey başarmış olmanın gururu ile "Yaaaa sormayın , ben bu saatten sonra tek çocuğa tek ayak üstünde gözüm kapalı bakarım. " dedim onlara. Meğer zor değil keyifliymiş benim yaşadığım süreç. Zor olan senin başardığın. Önüne çıkan her zorluğun tek tek üstesinden gelişin. Dağhan için elinden gelenin hep daha fazlasını yapışın. Pes etmeyişin. Umudunu asla kaybetmeyişin. Dağhan senin gibi bir annesi olduğu için çok şanslı. Umarım bir gün benim sana yazdığım bu mektubu da okuma şansı olur.

      Şimdi artık gözüm kulağım hep Dağhan'da olacak. Her iyi gelişmesinde , her güzel haberde sizinle birlikte sevineceğim. Biliyorum ki benim gibi düşünen binlerce yürek var artık, binlerce insanın dualarındasınız. Dağhan'ı benim için koklaya koklaya öp lütfen. (Siva'yı da elbette. )Cesur yavrum inanıyorum tüm engelleri aşacak ve annesi için başaracak. Annesine en güzel hediyeyi verecek.

       Son olarak, ilk kez yaptığım bir şeyin bendeki garip duygusundan kurtulmak adına , şunları da söylemeliyim sana. Umarım bu mektubu garipsemezsin. Böyle tanışmadan etmeden lambur lumbur yazdım ama ,yazdıklarını okurken "Özge ile mutlaka konuşmalıyım. Onu yüreğimin en derininden anladığımı anlatmalıyım." deyince , çat kapı kapına dayanmaktan daha mantıklı geldi böylesi. Heyecanımı mazur gör. Sevgiyle , sevdiklerinle , sevenlerinle kal. Eksilmeden art inşallah. 

                                                                                                                          Özlem
                                                                                                                      19.11.2015

Fotoğraflar

16 Kasım 2015 Pazartesi

| | | 0 yorum
           
 
 
                 "Bir çocuğun askerler tarafından vurulup yaralanması başka bir şehirde kıyametler koparabilecekken, Irak'taysanız oyun oynarken düşüp yaralanması kadar normal bir şey halini alıyor." Daha ilk sayfalarda bu cümleyle karşılaşıp , hakikaten ya ne doğru tespit deyip alıcılarınızın ayarlarını bi tık daha hassaslaştırıyorsunuz bu kitap elinizdeyse. 

             "Çocukların kokuları hep aynı yerde saklanır." cümlesini okuyup  mesela gidip yavrunuzu koklama olasılığınız da yüksek. Şükrederek.

          Bu kitabı bitirir bitirmez yazamadım bendeki izlerini. Önce biraz demlenmesi gerekiyordu çünkü. Anne olarak hissettirdikleri , eğitimci olarak hissettirdikleri , kadın olarak hissettirdikleri ,insan olarak hissettirdikleri... İyi yazılmış kitaplar okudukça onları size anlatmak daha da zorlaşıyor. Kurduğum cümleleri beğenmez oluyorum artık. Daha dikkatli seçip kelimelerimi daha bi özenle yazamaya çalışıyorum.
    
         "Kısacık öykülerle dan dan kafamıza vuran yazar" diye bi gerçek var. Barış Çağrı Genç'te onlardan biri. İçindeyim'i okuduktan sonra sözel zekasına hayran olduğum, Fotoğraflar'ın ezberbozan kurgusu ile de bu hayranlığımın pekiştiği bir yazarla karşı karşıyayız bu yazıda anlayacağınız.



          Herkesin gördüğü, içine dert ettiği bir acıyı, bu kadar çok gözle görmeyi nasıl başarır bir insan. Bir anne yüreğiyle nasıl o saçı çeker bir kız çocuğunun  alnından. Okurken cidden siz de çok şaşıracaksınız .
          Blog yazmaya yeni başladığımda, yazdıklarımı kitabı yazan kişinin de okuma ihtimalini hiç düşünmemiştim. O yüzden rahat rahat yazıyordum.Sosyal medya ve bir takım akıllı telefon uygulamaları sayesinde yazarlarla tanışma hatta yüzyüze görüşme fırsatım olduktan sonra şimdi yazacaklarımı bi çok kere düşünmeye başladım. Bu benim içimden geldiği gibi  kitabın bendeki izlerini paylaşmama engel değil tabi ki. Ama şunu biliyorum ki okuduğumuz kitap buzdağının sadece görünen kısmı. Bizim göremediğimiz asıl devasa kısmı yazarın içinde , belki hala aklında türlü çeşit cümleler kurdurmaya devam ediyo ona. Hal böyleyken ben kalkıp kitabı bir kaç paragraf  ile yazınca buraya, sanki haddimi aşmış gibi hissediyorum kendimi. Gerçi ben yazmaya başladığımda amacımın kitapları ,yazarları  eleştirmek yargılamak, yermek ya da sadece övmek olmadığını söylemiştim. Ben okuyorum , bende kalan izleri yazıyorum. Hatta birazını da kendime saklıyorum ki ,benim yazdıklarımı okuyanlar da merak etsinler kitapları ve alıp onlar da okusunlar diye.  Şimdi hal böyleyken sevgili Barış Çağrı Genç'in karşısına geçip kitabını anlatmak zor olacak. Bir taraftan da içim şundan dolayı rahat bi nebze ,çok yakında kendisi ile keyifli bir  söyleşi için bir araya geleceğiz. Burada anlatamadığım dilimin dönmediği şeyleri de yüz yüze konuşma şansımız olacak.  

               Farklı gibi görünen ama birbirine dokunan öyküler var Fotoğraflar'da. Hem birbirlerine hem de okurken bize öyle bir dokunuyor ki bu öyküler. Daha en başında sulugöz okur moduna girdim. Okuduğum sayfalarda ellerimle dokunduğumu hissettiğim askerler vardı. Korkuyorlardı. Gelmişlerdi bulundukları yere ama neden geldiklerini,  ne yaptıklarını onlar da bilmiyorlardı. Çocuklar vardı ölen ve onlar da neden öldüklerini bilmiyorlardı. Anneler çocuklarının neden öldürüldüğünü bilmiyordu. Anneler vardı o çocukları öldüren yavrularını tanımayan , tanımak istemeyen. Savaş vardı , terör vardı. Olan biteni tüm dünyaya olduğu gibi anlatmaya çalışan haberciler vardı. Öyle can yakıcıydı ki gördükleri , görmediler , diyemediler kimseye. Gözyaşları akıyordu, kiminin dışına bi çoğunun içine içine. Çaresizlik vardı. Ölmüş insanlık vardı. Kırılmış çerçeveler içinde solmuş fotoğraflar vardı , ne kadar kötü olursa olsun yaşananlar ,anı olsun diye çekilen  asker fotoğrafları vardı.Bir hastane köşesinde gazetelerden oğluna yatak yapmaya çalışılan bir annenin , bir paket makarna için onurunu makarnalarla birlikte yerlere saçan insanların, babasına idam edilmeye götürülürken  veda eden , şaşkınlıkla karışık korku duyan bir kızın , başka çareleri kalmadığı için ne yapacağını bilemedikleri eşyaları bile yağmalayan insanların fotoğrafları vardı. Hep gülümsetsin isteriz bizi fotoğraflar ama bunlar bildiğimiz fotoğraflar değillerdi. İşte bu fotoğraflara bakmaya gücünüz varsa , sadece önüne değil çevirip arkasına bakacak yüreğiniz varsa hemen alın bu kitabı ve okuyun. Mutlaka okuyun.




     Bu yılki kitap fuarında kendimi evimde gibi hissettiğim bir yayınevi  vardı.Yitik Ülke Yayınları fuarda tüm gün nefes alma durağım oldu.Barış Çağrı Genç 'inde  dahil olduğu çok güzel bir aile onlar.Bir kez de buradan sevgili Yitik Ülke ailesine ve Kadir Aydemir'e teşekkür ediyorum.
 
 
 
  •  

      Bir Fasit Daire

      9 Kasım 2015 Pazartesi

      | | | 0 yorum

                    
       
       


               Cemafer'in ölüp ölüp ölemediği, son nefesini bir zurnaya üfleyerek ölümsüzlere karıştığı ; Hasret'in bir su damlası gibi damlaya damlaya dolup evine sığamayıp ,taşıp sızarak nehire karıştığı , nehirle birlikte Zarif'e Zarif'le birlikte yine nehire ulaştığı ; Zarif'in göçerlikten vazgeçenlere inat, içinde akan nehrin hipnozundaki ruhuna uyup, durmadan yorulmadan yürürken, Hasret'e çarpıp onu da seline kattığı ;Semine kadının şalvarının paçasının hiç kurumadığı ;ışıklı arabaların kendi halinde zararsız insanları , içi dışı fesatlarla birlik olup dertop edip götürdüğü ; Sevgül'ün sevmediği bir adamla evlenmektense ölümü sevdiği ; Kasım Emin'in Sedef diye yanışından sebep , şu kemiği olasıca dili "Aşkın mabedi de tendir hadisi de " deyince cümle alemin kendisine düşman kesildiği ; Hasret'in babasının hayata katlanabilmek için içtiği şarap şişelerinden yaptığı çemberin içine, tıpkı hayata sıkışıp kaldığı gibi hapsolduğu ; Melahat'ın Hasret'i ruhunun derisini bile soyana kadar haşlaya haşlaya yıkadığı ;her derde deva olsun diye her yerde zurnanın çalındığı ; kırk ölmüşlerin toprağından kırk bir çeşit ot toplanıp, Şeytan Nehri'nin suyunun kırk bir kez kafadan aşağıya boca edildiği ; öğretmenlikten atılıp bağ evinde inzivaya çekilmiş Hasan Hoca'nın ,ordan burdan topladığı el yazması mektupların sırrını çözüp Kel Şehrin derdine derman aradığı ; hatta Kel Şehrin tüm insanlarının insanın insana ettiği zulme şahit olup yıkılmayıp ayakta durma taklidi yaptığı bir öykü mü aramıştınız? İşte aradığınız her şey hatta daha fazlası Bir Fasit Daire 'de.  Bu fasit dairede döner döner kendinizi mi kaybedersiniz, yoksa daire sizi döndürüp döndürüp savurur mu kendi içinizdeki boşluğa, bunu okuduktan sonra göreceksiniz.
       
       
       

       
                 Kitabevine gidip kitap almak biz kitap severler için inanılmaz bir keyif. Orada sizi bekleyen kitaplarla kavuşmanın hazzı tarifsiz. Ben bir şekilde gelip beni bulan kitapları da çok seviyorum. Bir Fasit Daire de bana gelen kitaplardan biri. Daha önceki yazılarımda ortak paydalarımdan birinin de kitaplar olduğu dostlarımdan bahsetmiştim size. Bu dostlarımdan biri " ki kendisi de çocuk kitapları ile ilgili şahane tavsiyelerde bulunan bir blogger " Hayriş , meslektaş olmaktan da gurur duyduğum dostum. "Bir kitap var elimde çok seveceksin." deyip tutuşturdu elime bu kitabı. Yine bir meslektaşımız tarafından yazılmış bu nefis öykü kitabı gelip, beni buldu işte.
                Iyi ki buldu çünkü öyle çok kapı açtı ki bana. Öncelikle yıllarca belki de birbirimize paralel yaşadığımız ama hep teğet geçip bir türlü kesişemediğimiz değerli bir dostla birleşti yolum. Kitabımızın yazarı sevgili Berna Durmaz , uzun uzun söyleştiğimiz o keyifli günde yazma hevesime körük oldu adeta. Ha bir de okurken memleketimin insanlarını ne çok sevdiğimi ve farkında olmadan nasıl gözlemlediğimin anlamamı sağladı bu kitap. Her bir karakter gözümün önünde canlandı. Ben okumadım adeta o insanların arasına girdim de yaşadım herşeyi.
       
       
       
                  Öyle güzel bir dille yazılmış ki tüm öyküler her cümlede çok lezzetli bir şey yemişsiniz gibi tadı kalıyor damağınızda. Karakterler  yalın  ama çok derinlikli. Her biri birer roman kahramanı olabilir uzun uzadıya. Kısacık bir öykünün bu kadar içimize işlemesi kesinlikle yazarımızın başarısı. Insan yirmi sayfa önce tanıştığı birinin ölümüne üzülür de özler mi onu? Özlüyorsunuz işte. Ben mesela şimdi ilk okumada her ne kadar nefret ettiysem de Hasret'in annesinden eminim ki yakından tanısam ondan dinlesem hikayesini , severdim onu da. Akıcı dili, lezzetli betimlemeleri , ustaca kelime oyunları ile hayranlıkla okuyacağınız blr kitaptan bahsediyorum size. Ortalıkta dolaşıp burnumuza sokulan kitapların değil ,  saklı kalmış güzelliklerin peşin de olmamızın gerekliliğini ve önemini anladım mesela bir kez daha. Çok etkiledi beni evet. Ve buna şeyi sadece 119 sayfada yaptı.
       
       
       
               Kendinize bu güzel deneyimi mutlaka armağan edin diyorum. Bakın TÜYAP hala devam ediyorken Can Yayınları'na mutlaka uğrayın ve edinin bu kitabı. Yoksa Karakuralar peşinizi bırakmaz:) Onlar ne mi ? Okuyacak ve tanışacaksınız ,çünkü biliyorum ki çok merak ettiniz bu kitabı. Ettiniz ettiniz haydi itiraf edin:) Daha ilk sayfalardan anlatılanların arasında dolaşıyor, sanki okumuyor da yaşıyor gibi hissetmezseniz ben burdayım. Ay dayanamadım yazıcam sonra da susmam gerek yine çok konuştum çünkü Cemafer'in son sözlerine kulak verin hele.
       
      " Ne yüzler ne insanlar gelir geçer de bir zülüm kalır yer yüzünde. Bir fasit dairedir zulüm , kuyruğunu yutmuş yılan. Döner döner tekrarlanır, döner döner tekrarlanır, döner…"
       

      Bir Fasit Daire'nin Yazarı Berna Durmaz'la Söyleşi

      6 Kasım 2015 Cuma

      | | | 2 yorum

       
            
       
               Blog  yazmaya başladığımdan beri blogumda bir röportaj  yazmayı istedim. Bir Fasit Daire'yi  okuduktan  sonra   Berna Durmaz'ı kendime bir çok açıdan yakın bulunca o gün , bu gün dedim ve kendisine bu teklifi ilettim. Röportajdan çok bir dost sohbeti havasında geçen buluşmamızın bana kattıkları, aldığım keyif tarif edilemez. Ben size sohbeti harfi harfine aktarmaya gayret edeceğim. Umarım bu güzel sohbetin sıcaklığı size kadar ulaşır. 
       
       
       
       
       
       
      1. Kendinizden biraz bahseder misiniz?

      Çocukluğumdan beri hep bir şeyler yazmak, bir şeyler üretmek istediğim için yazıyorum. Bize, yazarlığın bir meslek olmadığı, bunun yanında hayatımızı idame ettirecek bir meslek edinmemiz gerektiği söylendi. Bundan dolayı Üniversitede Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi bölümünü okudum.Yapmayı istediğim şey bu değildi aslında. Mezun olduktan sonra çalışabileceğim yerler çok sıkıcıydı, devlet daireleri ya da bankalar.. Kendimi yakın hissettiğim öğretmenlik mesleği oldu çünkü hem çocuklarla iletişim kurmak zevkle yapabileceğim bir şeydi, hem de tatillerinin çok  olması bana yazmam için bolca vakit bırakacaktı. Benim için yazmak, çocukluğumdan beri bir tutkuydu. Lise yıllarından itibaren, nasıl yazabilirim , nasıl yazar olabilirim  diye düşünmeye başlamıştım. Siyasal Bilgiler Fakültesi elbette bana çok şey kattı. Dünyaya bakışımı değiştirmem açısından, genel kültür açısından… Hukuk, İktisat, Toplum Bilimi gibi dersler sayesinde ,toplumu anlamak, bilmek, görmek mümkün oldu. Sonuçta öğretmenliği seçtim ve şu anda hem öğretmenliği hem yazarlığı çok severek yapıyorum. Bir taraftan yazarlık bir taraftan öğretmenlik…

      2. İyi bir okur musunuz? Yazmanın çok okumakla alakası var mı?

              Kendimi hiç iyi bir okur gibi görmedim. Çünkü ne kadar çok okursam okuyayım az okuduğum duygusuna kapılıyorum. Edebiyat o kadar büyük bir derya ki…Ne kadar çok okusam da  kendimdeki o yetersizlik duygusu bazen beni kahrediyor. Oturup bir milyon tane de kitap okusam o yetersizlik duygusu beni terk etmeyecek. Bunu da biliyorum.

      Kitapkurduikizannesi : Aslında galiba bu duyguya ulaşınca iyi okur oluyorsunuz. 

       BD: O kadar korkunç bir duygu ki bu hiçbir zaman iyi okur olduğunuzu hissedemiyorsunuz. Ben çok iyi okurum diyenlere  şaşırıyorum. Bu, varılacak bir nokta mı? Benim böyle bir noktam yok. Belki başkalarının vardır. Bu bitimi olmayan bir yol. Hala ulaşamadığınız , okuyamadığınız yazarlar çıkıyor. Hala ben şu yazarı okumadım diye not ettiğiniz, ben niye hala bu yazarı okumadım diye kahrolduğunuz yazarlar var.

      Kitapkurduikizannesi: Bizim hep okuma listelerimiz uzar gider

      BD: Her gün yeni birileri ekleniyor ,uzayıp gidiyor bu listeler. Yeni çıkan yazarlar, eskilerden okuyamadıklarımız... Tüm bunlar harmanlana  harmanlana, birbirinin peşine takıla takıla bir zincir oluyor. Ondan dolayı ben hala iyi bir okur olamıyorum. Okumam gereken daha çok kitap var ,bütün okuduklarımın yanında.

      3. Yazmakla iyi bir gözlemci olmak arasında bir ilişki var mı?

                Hepimiz iyi bir gözlemciyiz. Biz hiç farkında olmadan beynimiz sürekli bununla meşgul zaten. Çevrede görüp duyduğumuz şeylerden çok daha fazlası her saniye belleğimize kaydediliyor. Asıl mucize yazma sırasında bunların kağıda dökülmesinde. Yazı tüm gücünü, hayal gücünden çok, belleklerimizdeki bu bilgi birikiminden alıyor bence. Biz yazarken kalemle belleğimizi kazıyoruz adeta. Ne kadar çok derine inersek yazı o denli yazan için bile şaşırtıcı oluyor.   

       4. Yazmak bir yetenek mi? Öğrenilebilir birşey mi? Yaratıcı yazarlık atölyeleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

         Beni yazmaya yönelten şey doğuştan getirdiğim eğilimlerim olabilir. Ya da yazarken metnin girdiği dar boğazlardan onu kolayca düze çıkarmanın yetenekle  bir ilgisi olabilir ama asla yetenek tek başına yeterli olmayacaktır. İşlenmesi gereken bir cevherdir o. İşte burada işin içine öğrenme giriyor. Bir yazar nasıl iyi yazılacağını başka yazarlardan ve kitaplardan öğrenir. Bu, öğretilebilir bir şey değil, öğrenilebilir bir şeydir. Eğer yazmaya yeteneğiniz yoksa hiçbir kitap ya da yazarlık atölyesi sizi yazar yapmaz. Ben henüz kitaplarım basılmadan önce bu atölyelere katıldım. Benim için hem yazdıklarımı usta yazarlarla tartışma açısından verimli oldu hem de çok keyifli çalışmalardı.   

      5. Her zaman her yerde yazabiliyor musunuz? Yazmak için özel bir saatiniz mekanımız var mı?

            Her zaman her yerde yazamıyorum ne yazık ki. Yazmak için belirlenmiş, düzenli bir saatim de yok. Çok sık kalemi elime alıyorum ve her yazdığım istediğim gibi de olmuyor. Yazmanın saatini yine yazının kendisi belirliyor çünkü. Ne zaman nerede yazılacağı hiç belli olmuyor. Bana düşense en küçük bir boşlukta kalemim elimde, defterimin başında onu beklemek.

      6. Can yayınları ile nasıl tanıştınız? Yayınevi seçiminde kıstaslarınız var mı?

           İlk kitabımın yayına hazır olduğunu düşündüğümde birçok yayınevine gönderdim. Olumlu yanıt Can'dan geldi. Bu da beni mutlu etti. Çünkü Can Yayınları benim için de  çok özel bir yayınevi. Faruk Duman orada. Çok sevdiğim ve kitaplarını severek okuduğum bir yazar. Faruk Duman'ın editörüm olması benim için çok büyük bir şanstı.

       7. Yazmak için nasıl bir hazırlık süreci gerekiyor? Bir ekibiniz var mı?

           Bir ekibim yok. Sadece kalemim ve defterim. 

      Kitapkurduikizannesi: Kalemle mi yazıyorsunuz? 

      BD :  Evet kalemle yazıyorum. Az önce de dedim ya, belleği kalemle kazımak diye, o da oradan geliyor. Bilgisayarla yazamıyorum. Dokunmanın yazmakla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Elimle kalemi tuttuğum anda yazma isteği duyuyorum. Klavye bana o hissi vermiyor. Tabii klavyeyi kullanıyorum ama yazının  ham hali kalemle çıkıyor. Defterler dolduruyorum. Kitaba basıldığında iki sayfa tutan öykü için on- on beş sayfa yazıyorum. Çünkü o kadar kontrolsüz bir şekilde rastgele yazıyorum ki defterlerimdeki  yazıyı görseniz okuyamazsınız. Başı sonu ortası diye bir şey yok, karmakarışık bir şekilde gidiyor. Onun  içinden öyküyü bulup bilgisayara geçiriyorum.

       
       8. Bir yazarın sosyal medya ile arası nasıl olmalı? Siz sosyal medyayı kullanıyor musunuz? 
       
      Yazarların sosyal medya ile arası iyi olmalı elbette ama benim sosyal medya ile aram hiç yok. Ben henüz o dünyaya çok uzağım, az çok kullanıyorum ama henüz o dili keşfedemedim sanırım. Benim dilimle sanal dünya dili henüz uyuşmadı. Bunu çok iyi yapan yazarları görüyorum ama ben yeterince kullanamıyorum.



      9. Kitaplarınızda mesaj kaygısı taşıyor musunuz?

              Eğer bir öykü mesaj kaygısı taşınarak yazılıyorsa daha en baştan kaybediyor bence. Onun derdi birilerine bir şeyleri öğretmek değildir. Eğer bunu yapmaya başlıyorsa ,   okuyucuya parmak sallıyorsa , tepeden bakıyorsa, "bak eğer şöyle yapmazsan böyle olur gibi "yazar kendi düşüncesini fikrini okura alttan alttan sinsice ,bana hep sinsice  gelir , vermeye çalışıyorsa bu bana okuru aptal yerine koymak gibi geliyor. O yüzden ben mesaj kaygısı duymuyorum ve duymak da istemiyorum. Ama elbette ki öykünün kendi içinde bir yazılış amacı vardır. Bir şey görmüştür, bir şeye değiniyordur. Yazarın bir şeyden dolayı canı yanmıştır. Zaten yazar o yeri gösteriyordur ve okur ile birlikte oraya bakıyordur. Yazarın tek yaptığı bu olmalı.  Kendimizi, yaralarımızı, acılarımızı  , düşündüklerimizi ortaya koyduğumuzda okurla birlikte aynı anda paylaşıyorsunuz onu. 

      Lezzetli Çocuk Kitapları :  Özellikle çocuk kitaplarında ben bu mesaj kaygısını  çok görüyorum.

       BD: Evet belki çocuklarda zaten bunun için zevkle okuyamıyor. Çünkü birileri sürekli parmak sallıyor onlara. Kitap içinde bunu fark ediyor çocuklar ve çok sevimsiz oluyor bu tavır. 

             Kimse kimseye bir şey öğretmeye çalışmamalı aslında ben şimdi öğretmen olarak bunu söylüyorum ama bir gün okulda öğretmenlik ile ilgili bir seminerde ben de konuşmacıydım. Eğitmenin, eğmekten geldiğini söyledim orada. Hem de toplumun istediği yönde eğmekten. Çocukların tüm farklılıklarını törpüleyip hepsini aynı hizaya getirmeye çalışıyoruz. Aslında yapılması gereken bu değil, benim eğitim anlayışıma göre biz kılavuz olmalıyız. Yol göstermeliyiz. “Ben de burada sizinle birlikte öğreniyorum”, bunu söylemekten çekinmiyorum. Bu yüzden benim öykülerimde mesaj kaygısı yok. 

      10. Hedeflediğiniz bir okuyucu kitlesi var mı?  

             Hedef okuyucu kitlesini, hayır, hiç düşünmedim. Çünkü yazınızla, okurla kendi aranızda  bir köprü kuruyorsunuz. O köprünün bir ayağı  sizde diğer ayağı  okurda. Bu ayağın kim olduğunu bilemezsiniz. Köprüyü kurmama yardımcı olacak herkes benim okuyucu kitlemdir.  Daha doğrusu bu onlara kalmış bir şey, o köprünün bir ayağı boşlukta kalabilir, benden çıkıp boşlukta sallanabilir. Biri alıp onu, kendisiyle arasında köprü kurabilir. Benden çıkıyor artık bu sorumluluk. Bir ok gibi atıp tam hedefi vurayım diye bir şey yok. 

      Kitapkurduikizannesi : Çünkü siz bir şey pazarlamıyorsunuz bir pazarınız yok. 

      BD: Hedef belirleyerek yazmak sanırım yazmanın anlamını kaybettirir. Biz bir reklam şirketi gibi hareket edemeyiz. Dediğiniz gibi bir ürün pazarlıyor gibi düşünemeyiz. Şu satışı şuraya yapacağız, hedefimiz burası gibi bir düşünce olamaz. Son dönemde böyle yazarlar olduğu söyleniyor. Ama ben buna inanmak istemiyorum. Okuyucuyu düşünerek yazmıyoruz , kendi içimizden geleni yazıyoruz. Bir yazar, ben şunu yazayım çok para kazanayım, diye yazıyorsa, şu kesime yazayım çok satan olayım, diye yazıyorsa onlar yazar değiller. Kitapların isimleri kalıyor ama yazarların adı yok. Kitabevlerinde vitrinde sergileniyor, herkes okuyor, deniz kıyısında herkesin elinde ama iki yıl sonra o kişinin adı yok oluyor.  Onlar sektörün ürünü. Onlar bir kitle belirler, onların istekleri için yazabilirler. Biz onları edebiyat dünyasına dahil etmiyoruz. Bunu ben gençlere de söylüyorum. Kitapçılara gittiğinizde en öndeki kitabı almayın, gerilere arkalara atılıp tozlanmış olanları bulun mümkünse. Vitrini ışıltılı kitapçılara gitmeyin, tozlanmış kitapçıların altlarında diplerinde kalan kitapları  bulun. O zaman bazılarının ulaşmamızı istemediği kitapları bulup okursunuz. Size dayatılan kitapları değil.

      11. Kitabın yazım ve basın sürecinde yaşadığınız en büyük zorluk nedir?

         En başı her zaman zor. Bomboş bir sayfa var önümüzde ve ne yazacağınızı bilmiyorsunuz. Mutlaka boş sayfalar doluyor ama yazmaya değer bir şey yakalamak da  önemli. Her yazdığınız öykü olmuyor. Her gün yazmaya çalışsam da her gün bir öykü çıkmaz. Onu yakalamaya çalışıyorum. Bu zor ama yakaladığımda da peşini bırakamıyorum. Bazen bir paragraf yazdığımda buradan bir öykü çıkar hissi doğuyor. Bir önsezi oluşuyor. Onun üzerine gidip ilerletmeye çalışıyorum. İlerledikçe ortalarda, hatta sona geldiğimde güvenimi kaybediyorum. Bundan bir şey çıkmaz diyorum. Ama o beni yine rahat bırakmıyor. Defter sayfalarına bakıyorum. Aslında ben başka bir şeye geçtiğimi zannetsem de o başladığımı devam ettiriyorum. O zaman diyorum ki şurada yazdığımla burada yazdığım aynı. Bu öykü buradan yürüyebilir diyorum. Sona geldiğimde yine bazen emin olamıyorum. Sanırım bu öykü defterde kalacak diyorum. Sonra bir bakıyorum aslında farkında olmadan sonu da yazmışım. Aslında yazar olmak yazdığınızla sizin aranızdaki mücadelenin sürüp gitmesi. Bir süre sonra yazdıklarınıza güvenmeyi öğreniyorsun. İçinizdeki sese güvenmeyi öğreniyorsunuz. Bazen ben olmadı desem de o kendini olduruyor. Bu oldu, diyor. Dayatıyor kendisini yazdığınız şey. O zaman böyle kalsın diyorsunuz ve ben de kabul ediyorum o zaman yazdığımı. Ben olsaydım böyle yazmazdım diyorum bazen öykülerimi okuyunca ama onları ben yazıyorum böyle de ilginç bir şey var. Kendimi ikiye bölünmüş gibi hissediyorum. Gündelik aklımla , yazarken kullandığım aklımın çok başka olduğunu düşünüyorum. O başka bir dünyanın kapısından içeri giriyor ve benim de bilmediğim şeyleri bana gösteriyor. Bu çok mistik gibi gelebilir ama değil, yazarlığın büyüsü burada. Farklı bir enerjiyle yazdığımı düşünüyorum. Bu aklımla, bu yaşımla yazmıyorum. Beni aşan bir şeyle  yazıyorum. Yazarken toplumun ortak belleği ile iletişim kurduğumuza inanıyorum. Ben bireysel belleğimle yazmıyorum. Sözcükler de bazen yazarken ortaya çıkıyor. Ortak bir alana ulaşıyoruz ve oradan devşiriyoruz yazdıklarımızı. Bundan dolayı öyküler sadece bana ait değil, ortak belleğin yarattığı şeyler. 

       
       

      12. Öykülerinizdeki  karakterlere isim verirken özel tercihiniz var mı? Rastgele isimler mi veriyorsunuz? Yoksa verilen isimler kahramanın kişiliğini de etkiliyor mu sizce?

             Karakterler kesinlikle isimleri ile geliyor. Ben ona Ömer diyeyim ,ona Ayşe diyeyim demiyorum ,diyemiyorum. Bir isimle birlikte o karakter kendi kişiliğine bürünüyor zaten. Ben bir isim yazdığım zaman deftere , onun kim olduğunu, nerede yaşadığını, nasıl konuştuğunu, hangi dili kullanıp , hangi üslupla yazılacağını o isimle birlikte belirlemiş oluyorum zaten. İsim kesinlikle anahtar. İsim oluştuğu anda bende karakter oluşuyor. Bir Fasit Daire'de de Cemafer başka isimde  bir insan olamazdı. Ben ona başka bir isim versem yatakta yatan başka bir adam olurdu. 

          Yazarken de karakterle bağ kuruyorsun, kendi ailenden biri gibi oluyor. Bazen üzülüyorsun ona yapmak istemediğin şeyler yaptırıyorsun. Yazarın merhametli mi acımasız mı olduğu noktasında tartışmalar olur. Sanırım ben karakterlerime merhametli yaklaşıyorum çünkü onları daha yazmaya başlar başlamaz seviyorum. 

      13. Öykünün de belli bir okuyucu kitlesi , sevenler kadar sevmeyenler de  var. Öykü yazmak bir risk aslında. Siz kendinizi öykücü  olarak tanımlar mısınız?

            Ben kesinlikle bir öykücüyüm. Son kitabıma en başında bir roman olması için başladım. Çünkü onun daha büyük bir hikayesi vardı. Ama ben roman yazmanın farklı bir tekniği olduğuna inanıyorum ve o teknik bende yok.

      Kitapkurduikizannesi: Ben de bu kitabı okurken sanki her kahraman kendi adına tek başına bir roman kahramanı gibi diye düşünmüştüm. Hasret tek başına bir roman karakteri. Zarif öyle. Demek orada doğru noktadan yakalamışım. Zaten kitabınızda birbirinden kopuk öyküler yok. Bir olaya farklı karakterlerin gözünden bakılmış. Bir olay bütünlüğü var. Öyküdeki tadı damağında  kalma hissine bayılıyorum. Yarım kalmışlık hissi harika.  

      BD: Benim kalemim öyküye yatkın. Öyküdeki yoğunluğu seviyorum. Romanda biraz daha yayabiliyorsunuz. Öyküde özü vermek zorundasınız. Kocaman bir dünyayı iki sayfaya sığdırmaktan  öte  bazen bir sözcükle anlatmak  zorundasınız. Öykü yazmak o yüzden bana göre daha zor. Çok ekonomik davranmak zorundasınız kullandığınız sözcüklerde. Her sözcüğü tartarak oraya koymak zorundasınız. Öykü sarkmamak zorunda, doğru noktada başlayıp doğru noktada bitmek zorunda. Öykü yazmak zor ve riskli. Okuyucu kitlesi açısından bakıldığında da öykü okuru olmak zor. O yoğunluğu her okur kaldıramayabilir. Öykü okurunun daha çalışkan olması gerektiğini düşünüyorum. Okuduğuyla daha haşır neşir olması gerektiğine inanıyorum. Burası niye burada bitti diye kafa yorması gerekiyor. Roman hele klasik romanda yazar size o kadar hazır lop sunar  ki her şeyi , okuyucu sadece ayaklarını uzatıp kitabı okur  ve bittiğinde ben kitap okudum der.  Ama öykü okuru,  kitabı kapattıktan sonra hala öykü kafasında devam eder. Aslında öykü yazarı,   okuyucuyu da yazar olmaya davet eder. Okur da yazarla birlikte yazmaya başlar ve öykü  bittikten sonra da okurun kafasında yazılmaya devam eder. Bazen sonu ya da başı verilmeyen öyküleri biz tamamlarız. Yarım kalmışlık hissi rahatsızlık verir okuyucuya ve bundan dolayı öykü okuru daha dinamik bir okurdur. Ve bütün bunlardan dolayı ben öykü okumayı da yazmayı da  çok seviyorum. 

      14. Üçüncü öykü  kitabınız olan Bir Fasit Daire 2014 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü almış. Bu ödülün sizin için anlamını anlatır mısınız bize?

           Ödül mekanizması Türk Edebiyatı'nda tartışılan bir şey. Olmaması gerektiği yönünde tartışmalar var. Çünkü neyi neyle yarıştıracaksınız. İyi bir öykünün ya da kitabın yazarını bu ödüle aday olduğunda teraziye koyup tartarak mı ödül vereceksiniz.

      Kitapkuduikizannesi :  Verdikleri ödülün gerekçesi açıklanıyor ama. Mesela Seçici Kurul,  sizin ödülünüzün gerekçesini şöyle açıklamış:  “Öykücülüğünde giderek artan bir ivmeye sahip olan Berna Durmaz’ın öykülerindeki bütünlüklü ve özgün kurgu dünyası, karakter yaratmadaki dil becerisi nedeniyle bu yılki Haldun Taner Öykü Ödülü’nün yazarın ‘Bir Fasit Daire’ adlı kitabına verilmesi uygun görülmüştür.”

      BD: Mutlaka veriyorlar ama ölçütlerini verseniz de hep bir belirsizlik kalır. Benimle birlikte katılan yazarların öyküleri kötü müydü ki ben kazandım. Böyle bir şey yok. Oraya katılan her öykücü  belli bir seviyededir ve o ödülü almaya hak kazanmıştır. Onların arasından sıyrılmış olmanın beni rahatsız eden bir tarafı var. Niye ben diyorsunuz. Bu insanı düşündüren bir şey.

              Benim için anlamını söyleyeyim. Ödül benim için bir onay mekanizmasıydı. Daha önce yaratıcı yazarlık atölyelerine giderken ne yazıyorum, ne yapıyorum diyorsunuz. Kitap çıktı, yayınevi beğendi bu yine bitmiyor. Sonra okuyucu beğenecek  mi diyorsunuz. Yani hep onay istiyorsunuz. Küçük bir çocuğun her adımında annesine dönüp onay beklemesi gibi. Her ne kadar biz okuyucu için yazmıyoruz kendimiz için yazıyoruz desek de yayınladığımıza göre birilerinin onayına ihtiyaç duyuyoruz. Ödül alınca, galiba bu oldu, galiba ben bunu yaptım dedirten  küçük manevi  bir tatmin. Kendimize girdiğimiz yolda devam etmemiz için arkadan ufak bir destek.

              Haldun Taner benim için çok özel biri. Öyküleri çok farklıdır. Şişhaneye Yağmur Yağıyordu, On ikiye Bir Var , Kızıl Saçlı Amazon... Onun üslubu, yaklaşımı kullandığı dil  çok keyif verici.   Liseden beri okuduğum takip ettiğim yazar olmasından dolayı onun ismiyle bir ödül almak da benim için çok değerli. 

      15. "Nerede bir acı varsa yüreğimiz orada sızlar. " demiş Haldun Taner. Sizin yüreğinizi  en çok sızlatan ne son günlerde? Bu sızılar yeni bir kitaba dönüşür mü?

          Tam da  katliamların olduğu , insanların dilinden, ırkından dolayı öldürüldüğü zamanları yaşıyoruz. Hepimizin yüreği zaten şu anda yanıyor. Birkaç hafta önce yüzlerce insanı ,genci  Ankara'daki patlamada kaybettik. Tabii bu acı insan olarak hepimizin yüreğine düşüyor. Yazar olarak da tabi yüreğim yanıyor. Ama tüm bunları hemen dile getirip kaleme dökemiyorum. Oturup Ankara'daki patlamayı ben şu dakika yazamıyorum. Sadece o sızı, o acı yavaş yavaş sızıyor öykülerime. Umutsuzluğa düşüyorum,  umutsuzluk öykülerime karamsarlık olarak yansıyor. Elimde olmadan yazarken o acıları öykülerimde  yaşatıyorum. Ve  bunu yapmamız da gerekiyor aslında. Biz hepimiz çağımızın tanığı olmak zorundayız. Bütün bu yaşananları birilerine anlatmak zorundayız. Ben dilim döndüğünce elimdeki malzemeye göre bunu yapıyorum. Orada yaşanan her şeyi birebir anlatamayabilirim bir yazımda ya da bir öykümde. Ben kendi iç olanaklarımı kullanarak yazıyorum. Keşke direkt,  net yazabilsem, daha özgür olabilsem. Öfkemi daha net sözcüklere aktarabilirsem. Bazı noktalarda çaresiz kalıyoruz. Çaresizliğimizi de  yazıya dökerek ifade etmeye çalışıyoruz.

      16. Yeni bir kitap projesi var mı yolda?
       
             Evet mayıs ayında bitmiş bir kitabım var. Sözleşmem de imzalandı ama 2015 yılına yetişmeyeceğini söylediler. Belli bir yayın programları var tabi. Ama 2016 yılının başında Karayel Üşümesi geliyor. Bol bol üşüteceğim sizi sanırım. Her öyküde ruhen üşüyeceğiz.  

      17. Kitaplarınızın  arasında en çok sevdiğiniz hangisi?

             Bir Fasit Daire. Yazılışı uzun yıllarımı aldığı için herhalde. 2008'de yazmaya başladım, ki o tarihten öncesinde de aklımdaydı, 2013'te ilk baskısı yapıldı. O yıllarda her anımda yanımdaydı. Başka kitaplar araya girmesine rağmen ,mesela Tepedeki Kadın, Bir Hal Var Sende gibi, onlar yazıldıktan sonra ben Bir Fasit Daire'yi yazmaya devam ediyordum. Çünkü bu benim ilk projem. Yazar olmaya karar verdiğimde yazmaya başladığım bir öyküydü. . Üçüncü kitap oldu çünkü yazma süreci çok uğraştırdı beni. Yazarken altından kalkamadığımı düşündüğüm yerler oldu. Aslında beni de aşan zor bir hikâye. Bir Fasit Daire belki daha ileriki yaşlarımı beklemem gereken bir kitaptı. Bu kadar beklememe rağmen diyorum ki  elli, altmış yaşında bu kitabı çok daha farklı işlerdim. Yine de şunu düşünüyorum , kafamdaki o en baştaki haritaya göre yapmak istediklerimi  yaptım. Ulaşmak istediğim noktaya ulaştığımı düşünüyorum. Yine de şunu eklemeden edemiyorum. Bu kitap çok farklı yerlere açılıyor. Ana cadde belli ama ara sokaklara çok fazla giriliyor ve ara sokakların bazılarına sadece sokağın başından bakıp ana  caddeye geri döndüm. Ben o sokağın sonuna kadar gidemedim o yüzden belki de içimde kaldı ve bir kere daha yazılabilir diyorum

      Kitapkurduikizannesi: Keşke bunu da  eklesem dediğiniz bir karakter var mı?

       BD: yok hatta ben bir kaç karakteri çıkardım. Faruk Duman'la  yaptığım son görüşmede kitabın son üç bölümünü çıkardım. Zaten bu kitap hep eksilte eksilte daralta daralta gitti. Bazı yerlerde o daralttığım çıkardığım kısımların , hani silersiniz de izi kalır ya ,  ben izlerinin kaldığını görüyorum. O yüzden bu kesinlikle bitmemiş bir kitap.

      18. Basılan ilk kitabınızı elinize aldığınızda ya da raflarda gördüğünüzde neler hissettiniz?

             Ağladım. Uzun süre hayalini kurmuştum. Çok acı çekmiştim.Üç yıl boyunca , dosyamı bütün yayınevlerine gönderdim, geri çevrildim. Her seferinde kahroluyordum. Eşim de  bunları birebir benimle yaşadı. Kitabı büyük bir umutla gönderiyorsunuz ve red cevabı alıyorsunuz ama o kadar yıkılmama rağmen, hayır bu kitap olacak bunda bir şey var deyip kitabı yeni baştan  yazıyordum. Tepedeki Kadın defalarca yeni baştan yazıldı. Üç yılda dört farklı yayınevine defalarca aynı dosya giderse artık herhalde onlar da bıktı basalım da kurtulalım dediler. :) 

      Kitapkurduikizannesi: Reddedilme gerekçesini söylüyorlar mıydı? 

            Hayır sadece "Yayın programımıza alamayacağımızı  bildiririz " diyorlar ve ben üç gün boyunca oturup ağlıyorum ama üç gün sonra ayağa kalkıyorum. Evet ben yapacağım ,yazacağım ... Tepedeki Kadın'ın öykülerinin üzerinden kaç kez geçtiğimi bilmiyorum. Defalarca, defalarca ve artık en sonunda Faruk Duman bu çabamı  takdir etti herhalde ve "Öykülerinizle ilgileniyoruz."dedi. Bu da benim için büyük bir başarıydı. Bundan dolayı da kitabı ilk elime aldığımdaki duygularımı tahmin edersiniz. Bu kadar çabadan sonra kazanılmış bir şey. Cumhuriyet Kitap’ta  kitabımın ilanını  ilk gördüğümde bu iş tamam , dedim ve ağlamaya başladım. 

       


       19. Bir Fasit Daire zor bir kitap adı. Bu da bir risk değil mi?

            Kitap da  zor. Dili anlaşılabilir ama kitapta yakalanması gereken ipuçları var. O ipuçlarını birleştirince bütünün kavranabileceğini düşünüyorum. Çok düz bir okuma ile keyif alabilirsiniz ama bağlantılar kurarak da başka bir okuma yapabilirsiniz. Farklı okumalara  açık bir kitap. Farklı karakterler hikayeyi tamamlıyor. Aslında hepsinin hikayede bir rolü var. Hepsi aslında sahnede kendi repliğini söylüyor ve iniyor. Tümünü okuyanlar hikayenin bütününü anlıyor.

       20. Bu kitapta en çok sevdiğiniz karakter kim?

       Cemafer elbette , Hasret, Zarif onlar da benden biri ama Cemafer her şeyin başlangıcıydı , sonunda da var. Öyküyü yürüten  o. Her şeyi başlatan o. Sanki diğer karakterler onun çevresinde yan karakterler gibi. Ama her öykünün kahramanı aslında kendi öyküsünün de kahramanı gibi. Bizler de kendi hayatlarımızın kahramanıyız. Bundan yola çıkarak her öykünün kendi kahramanı var.  Birinde Hasret birinde Zarif,  birinde Hasan Hoca hepsi kendi hayatlarının  kahramanı ama hepsi aslında hikayenin anlaşılmasında yardımcı olan yan karakterler.

      Kitapkurduikizannesi:Ben Hasret'i bir su damlasına benzettim. Zaten öyle su gibi, evine sığmadı taştı, sızdı ve nehire karıştı. O nehir de Zarif'ti. Zarif'le birlikte nehir olup aktılar. 

      BD: Kesinlikle ben de bunu hissederek yazdım Hasret’i. Çok güzel ifade ettiniz.

      21. Kitabı henüz okumamış olanlar için beş cümleyle  anlatın desem...

      •  Ötekini kabul etmek
      • Bireylerin farklılıklarını kabul  ettirmesi
      • Çıkış arayışı
      • Zamanın döngüselliğine hapsolup kalmış insan çaresizliği
      • Bu kitap  aslında bir tür kapalı devre,dönüp dolaşıp kendi üzerine kapanan bir kitap.

       

      22. Kitabı okuduktan sonra kapak tasarımında kullanılan resim cuk oturmuş diye düşündüm. Kapak önemli mi sizce? Siz mi karar veriyorsunuz kitap kapaklarınıza? 

              Evet son kararı ben veriyorum. Bu kitapla ilgili bana iki tane resim gönderildi. İkisinden birini seçmeliydim. İlkinde bizim Trakya'daki gibi kırmızı kiremitli çatılı evlerden oluşan bir sokak,  karşılıklı iki ev  arasına gerilmiş bir ip. İpte çamaşırlar ve çatıda kuşlar. Çok durgundu. Hatta gri bir gökyüzü soğuk renkler. O resim Kel Şehir'den  bir manzara gibi düşünülmüş ama resmin o durgun hali kitabın hareketliliğine uymayan bir şeydi. İkincisi bu resimdi. Bunu görünce, tamam dedim. Anlamışlar aslında olayın ne olduğunu ama kararı bana bıraktılar. Görünce vuruldum ,neden vuruldum?  Evet, bir döngüsellik var, çok hareketli, oradaki insanlar benim insanlarım. Bakınca Cemafer'i , Hasret'i , Zarif'i gördüm. Bir yandan çalgı çalıyor. Bu davul zurna olsaydı tam benim kitabım için yapılmış derdim. 

      Kitapkurduikizannesi: Bu resimde insanların yüzleri yok. Ben kitap kapağında karakterlerin yüzlerini görmeyi sevmiyorum. Sanki okuyanın beyninde karakteri o yüze dayatıyorlar gibi geliyor bana. Bu resimde yüzlerin olmaması bize bu özgürlüğü veriyor. Herkes okurken kendi yüzünü yaratıyor. 

      23 .Kurgusu alışılmışın dışında. Ben çok keyif aldım. Bu biraz okuyucuyu sınamak gibi miydi? 

            Okuyucuyu sınamak değil kendimi geliştirmek ve değiştirmek diyelim. Yaptıklarınızı yazdıklarınızı başka yerlere taşımak zorundasınız. Yeni bir şeyler yapıyorum diyemiyorum. Var olan teknikleri kullanıyorum. Böyle bir şey var, diyerek bunu göstermeyi istedim.. Juan Rulfo'nun Pedro Paramo isimli bir kitabı var. O kitabı okuduğunuzda diyorsunuz ki bir kitap böyle de yazılabiliyormuş.Bir metin farklı zamanları bir arada kullanabiliyormuş.Başı sona sonu başa almak mümkünmüş. Sebep-sonuç ilişkisi kurmak zorunda değilmişiz. Okuduğumuz kitaplar bize farklı yazım tekniklerini gösteriyor.

      24. Ben de yazmayı çok seviyorum. Bazen başlayınca biri beni durdursun diyorum. Ama iş kitap yazmaya gelince hep erteliyorum. Yazmak için bir olgunlaşma anı, doğru zaman var mı?

            Evet ,doğru bir zaman en azından benim için var. Ben bu zaman gelene kadar çok uğraş verdim. Bir süre sonra dönüp soğukkanlı  olarak bakınca tam da doğru zamanda çıkarmışım diyorsunuz.

      25. Meslektaşız. Bir devlet okulunda öğretmenlik yaptığınızı biliyorum. Devlet memuru olmak sizi kısıtlıyor mu yazarken? Yazar öğretmen olmak zor mu? 


           Devlet memuru olmak, öğretmen olmak farklılıkları taşıyabilir  bir durum değil. Aksine, herkes gibi olmak, herkes gibi davranmak, en başta  herkes gibi giyinmek  zorundasın. Bundan dolayı biz bir süre sonra kendi bireyselliğimizi yaşatamıyoruz ya da  içimizde tutuyoruz. Buna zorlanıyoruz açıkçası. Dolayısıyla kısıtlanıyoruz da. Devlet memuru olmamın böyle bir zor tarafı var. Ama devlet memuru olduğum için yazmaktan vazgeçtiğim bir şey olmadı. Dilin kemiği yok. Yazarken de konuşurken de bir yerlere dokunuyoruz.

       26. Yaşıt sayılırız. Aynı kuşağa çocuklarıyız. Üstelik aynı coğrafyada aynı kültürde büyümüşüz. Çocukluğunuzun, yaşadığınız yerin öykülerinizde etkisi var mı?

            Edip Cansever'inMendilimdeki Kan Sesleri” şiirinde " İnsan yaşadığı yere benzer " dizesine baktığınızda benim bunları yazma sebebim ortaya çıkıyor. Ben tamamen bizim oraları yazdım. Kel Şehir benim çocukluğumun şehri. Oradaki insanlar benim komşularım. Onlar benim sokağımda gezen insanlar. Kitap tamamen benim çocukluğum boyunca biriktirdiklerim. Romanlar benim her zaman dikkatimi çekti. Benim mahallemle onların mahallesini bir ev ayırıyordu. Onların yaşantıları başka, onların mahallelerine girilmez, onların düğünlerinde gidilmez… Bu hep böyleydi ve ben bunu çocukluğumdan beri hep sorgulardım. Naciye ablamız vardı mesela Cemafer'in  eşi Semine Hanım o. Ben onların çok ezildiklerini gördüm.  Dışlandıklarını , insan yerine konmadıklarını. Aslında ben kitapta anlattıklarımın  hepsini gördüm  hepsini yaşadım. O yüzden en çok sevdiğim kitabım  Bir Fasit Daire... 

       

       27.Bir Fasit Daire'den sonra tüm kitaplarınızı okumaya karar verdim. Sizce ilk hangisini okumalıyım? 

       
             Madem ki sondan başladınız önce Bir Hal Var Sende sonra Tepedeki Kadın'ı okuyun. İlk kitabım Tepedeki Kadın.. İşin çok başıydı o kitap, henüz sesimi bulmaya çalıştığım hatta bulamadığım bir kitaptı.  Ama o da bir basamaktı.  Bundan sonraki kitaplarımda da daha öncekilerle ilgili bunu hissedeceğim belki. İşte böyle böyle gelişiyor insan.

       

      28. Son dönem öykücülerinden  en beğendikleriniz? Bize tavsiyeleriniz

       















      Ve Ahmet Büke’nin bütün kitapları


      29 . En sevdiğiniz yazarlar , en sevdiğiniz kitaplar ?




       İtalo CalvinoBir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu


      Çehov \ tüm öyküleri 










       

      30.Şiir okur musunuz?
           
              Evet şiirlerden  etkileniyorum. Şiir okurken beslendiğimi hissediyorum. Okurken bana yazdırıyor. Okuduktan sonra daha rahat yazdığımı hissediyorum. Esin kaynağı oluyor. Şiir okumayı bundan dolayı önemsiyorum. 

       
      31. Aynı kitabı bir daha okur musunuz?

             Evet, okumak zorundayım çünkü unutuyorum. Bazı kitapları unutmak istemiyorum. Kitabın bana hissettirdiklerini hatırlıyorum, bende kalan tortularını hatırlıyorum ama daha net bir şeyler hatırlamak istiyorum ve bazı kitapları bir kez daha okuyorum. Ben okuduğum kitabı unutuyorum ama yazarken bu kitaptan öğrendiğim bir şeyi farkında olmadan yazdığıma  katıyorum. Esinlendiğim kaynakların farkındayım. Kitabın bendeki kalıntılarını, bana yansımalarını, bendeki izlerini görebiliyorum ama işte kahramanların adını unutuyorum örneğin. Sürekli notlar alıyorum, kitabın adı, yazarı bu kitapta beni ne etkiledi, neden dolayı beğendim… Sadece kendime hatırlatacak notları alıyorum.

       
       32. Bir kitap okudum, hayatım değişti diyebileceğiniz bir kitap var mı?
       
              Hayır, bir kitap insanın hayatını değiştirmez. Okuduğunuz  bütün kitapların  toplamıdır hayatı değiştiren. Sadece bir kitaba  yüklemeyiz bunu.

              Öykücülüğümüze  baktığımızda, mümkün olduğunca anlaşılır yalın bir dille yazılmış ama derine doğru inen, hani Hemingway'in buzdağı kuramında olduğu gibi, buzdağının görünen kısmı azdır ama ona baktığınızda onun derinliğine dair bir şey bulursunuz ya, oradan yola çıkarak  tanımlanacak öyküler sık yazılıyor. Bu yazarları okumayı ben de çok seviyorum. Okurken çok basit, çok yalın, çok kolay okunuyor gibi hissediliyor ama o öykülerin bir art alanı var. Buz dağının görünmeyen yüzü gibi. Keşke ben de öyle yazabilsem. 

      Kitapkurduikizannesi: Sizin kitabınızı okurken özellikle karakterlerden aldığım lezzet  tam olarak buydu .Yalın ama derinlikli karakterler. Bence siz kesinlikle yalın sade ama derinlikli yazıyorsunuz.

       
      BD: Bunu yapabildiysem ne mutlu bana çünkü bu benim varmak istediğim nokta. 

       Kitapkurduikizannesi: Öncelikle tüm sorularıma içtenlikle cevap verdiğiniz için , bana zaman ayırdığınız için, bir röportaj niyeti ile başlayıp çok keyifli bir dost sohbetine dönüşen bu güzel sohbet için çok teşekkür ediyorum. 
       
             2016 başında Karayel Üşümesi çıkar çıkmaz görüşmek dileğiyle.